Kayıtlar

Mayıs, 2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

L. Vlasov D. Trifonov - 107 Kimya öyküsü

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, popüler bilim kitaplarından biri. Arkadaş ortamlarında genel kültür kasacak çok malumat var. Mesela alüminyum eskiden altın kadar kıymetliymiş. Doğada saf bulunmaması, ayrıştırma tekniğinin bilinmemesi, onu paha biçilemez yapmış. Diyelim ki Napolyon efendi seni onur konuğu olarak yemeğe çağırdı. Beraberinde de ufak tefek esnaf takımı gelmiş, Versailles’da yemek davetindesin. Senin önüne alüminyum çatal bıçak takımı koymuşlar,esnaf Jean Pier’in elinde altın kaşık var. Sıçmışım böyle protokolün taa içine. Alüminyumdan onur mu olur ulan! Utanmadan bir de en incesini vermişler. Bildiğin folyo ulan bu! Bıçağı şatobiryana vuruyorum, bıçağın ucu bana dönüyor! Napolyon’a atar yapmak yersiz. Zira o sıra alüminyum çok baha. İşte sonra teknik gelişiyor, ucuza ayrıştırma yöntemleri bulunuyor ve bugünkü kıymetini alıyor. Kitabın dili de hiç akademik değil. Direk alıntı yapıyorum, kendin karar ver. Hidrojen ile diğer elementler arasında geçiyor.   İ...

Burak Aksak - Leyla ile Mecnun

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, klasik hikayeyi uyarlamış, biraz mizah biraz göndermeler eklemiş, ama sonunu yine aynı noktaya çıkarmış bir kitap. Tabi kitap oluşundan evvel bunun bir de dizi oluşu vardı ki, bu yönüyle biraz ters bir uyarlama. Normalde önce bir kitap olur piyasada, sonra bunu diziye filme çekerler. Yazarımız ise dizisini yaptığı hikayeyi, tutmuş romana uyarlamış. Aksi bir tavır, ama tuttum. Çok da tutmadan bırakıyor,edebi kaliteyi tırmalayan minik detaylara dalıyorum. Kendisine ait “bana masal anlatma” filminden konuk karakter (Rıza) eklemiş ve kuzeni Selçuk Aydemir’e ufak bir göz kırpmış. Bu arada Aydemir’in de çocukluk yıllarını konu alan bir kitabı var “Mahalleden Arkadaşlar” Oradaki kurnazlığıyla ve kirli elleriyle meşhur kuzen Yunus karakteri de, Burak Aksak olabilir hani. Birbirlerine gönderip dursunlar, biz Leyla ve Mecnun’a devam edelim. Evvela okuması keyifli, zaman güzel geçiyor. Espiriler, aforizmalar da olmuş. Peki bu hikayenin fikri ne hacı! Bild...

İskender Pala - İki dirhem bir çekirdek

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, mantık temeline oturtamadığımız bazı deyimlerin hikayesini anlatır. Ki deyimin de havası odur, sözcük öbeği olarak abuk gelir fakat duruma cuk oturur. Kitaptaki benim favori deyimlerimi hemen paylaşayım. Çıkar ağzındaki baklayı. Küfürbazımız derviş olmak için tekkeye gelir, ağzı düzelsin diye ağzında bakla taşıtırlar ki kalaya başlayacağı sırada ağzındaki baklalar küfür etmemesi gerektiğini hatırlatacak, o da etmeyecek. Peki tutar mı bu? Tutmaz tabi, çünki bazı insanların yedi sülalesinin kulağını çınlatmak gerekiyor. İşte söz de böyle çıkmış. Hak eden birine hakkını vermek için, derviş efendi çıkar ağzındaki baklayı demişler. O da baklayı almış….. Afyonu patlamak: Dini bütün keşlerimiz, ramazanda oruç bozmadan kafalarını parlatmak isterler. Kağıda sarılı bir parça afyon yutarlar sahurda ve işlem tamam. Miğde içinde sabahın ilk saatlerine kadar sağlam kalan afyon paketi, bir süre sonra miğdede açılır ve orucu bozmadan kafa olur bi milyon. İ...

oliver sacks - Karısını şapka Sanan Adam

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, beyin arızalarının insanı insanlıktan nasıl da çıkardığına güzel bir örnek. Ayrıca dili de latince isimlerle bulanmamış, kolay anlaşılıyor, nöronlar yandığında neye döneceğini öğreniyorsun. Aman allah düşmanımın başına vermesin, birkaç hadiseyi çıtlatayım ibret al. Kitaba adını veren vaka şöyle, adamın görsel zekası mavi ekran vermiş ve gördüğü şeyi kafasında toparlayamıyor. Detayları görüyor fakat bütün resim nedir, en ufak bir fikri yok. Ayakkabısını ayağı sanıyor ve karısının başını şapka. Genel çerçeve şekil olarak uyuyorsa “hah herhalde bu” deyip davranıyor. Başka bir kadın hasta, tek taraflı bir bakış açısına sahip. Yüzünün sadece bir yanına makyaj yapıyor ve tabağının sadece bir tarafını yiyor. Sebebi gözlerinde değilmiş tabi, yine nörolojik. Karşısındaki bütünün bir yanını, galiba beyni reddediyor. Pc ve kameralarla kadına diğer yarımı göstermeye kalkmışlar, “çekin şunu karşımdan! O kadar memleket gezdim ben böyle saçma şey görmedim!” de...

felipe fernandez armesto - yemek için yaşamak

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, tahmin edeceğin üzere yemek kültürü hakkında. Ama içinde çok enteresan hikayeler de var. Mesela bugünün Dominik topraklarının eski sahiplerinin kayıtları aktarılıyor. Survivor izleyen biri olarak hemen diyeceksin muz yahnisi, kokonat çorbası yapmışlardır ne olacak ki başka? Öyle değilmiş işte, adamlar adam yiyorlar. Hatta aralarından bir Vedat Milor çıkmış eleştirel bakış açısı kazandırmış yamyamlığa. Şöyle ki, Fransızlar çok lezzetlidir. Bulursan hiç kaçırma. Eğer yoksa İngiliz de yiyebilirsin, yoklukta gideri var. Olur ya Hollandalı falan düşerse eline, miğdene oturacağını bil. Maden suyu filan lazım olacak. En fenası İspanyollardır. Tatları berbat, sosla terbiyeyle olacak değil. Galiba Fransızların şaraplarının marine etkisinden olacak, menüde liste başılar. Tabi kitap sürekli yamyamlık üzerine gitmiyor. Başka iğrenç bölümler, lezzetli olabilecek kısımlar var. Merak ediyorsan, merak etme. Sana bu kadarı yeter. Notu: 5,9 çekilebilirsinn.

danell jones - Virginia Woolf'tan Yazarlık Dersleri

Tahtaya kaldırdığımız bu eserin yazarı Virginia ablamız değil, anlamışsındır. Yazarlığa hevesli bebeler için derlenmiş. Fakat yine de ablamızın sağdan soldan toparlanmış yazılarından oluştuğunu söylemek lazım. Yani kadın bu konu için oturup da müstakil bir kitap yazmamış, onu diyorum. Aklımda kalan iki esastan bahsedeyim, ötesini sen okursun. İlki; otuz yaşına gelene dek bir şey yayımlama. Yaz ama bastırtma. Olgunlaşman gerek, bir de yayıncıların elinde maymun olursun, kendi fikirlerine sıra gelmez diyor. Biraz büyü, saçlarına ak düşsün, sonra fularını takıp ağzına piponu alabilirsin. Diğer bir tavsiyesi ise; kemale erdin, roman yazacaksın şimdi, betimlemelere dikkat et. Kahraman kızdıysa, “çok kızdı” gibisinden bir tasvir kullanmak yerine, kaşının gözünün ve ya sesinin tonundan bahsederek kahramanına kızgınlık ifadesi ver. O sıfatı okuyucu kendi kafasında canlandırsın. Okuyucunun tahayyülü yazarın sahnesidir azizim. Güzel bir akıl kitabı olmuş Notu: 6,8 çekilebilirsinn.

Irem Barutcu - Babiali Tanrıları Simavi Ailesi

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, hem bir ailenin biyografisini, hem de Türkiyenin yakın tarihini gazeteciler çerçevesinden inceliyor. Bir de ben inceleyeyim. Baba Suat Smavi ile başlıyor kitap. Tabi kısa bir girizgahı da var. Basın kalitesi nasıl gelişmiş, rekabet ve tiraj olayları nedir, nasıl dönmüş, hepsi var. Peki bu senin ilgini çekti mi? Tabiki de hayır. Sen istiyorsun ki; Erol Simavi’nin özeline girsinler, Gönül Yazar’la olan ilişkisini yazsınlar, Haldun ve Erol kardeşlerin alttan alttan çekişmeleri yazılsın, hatta yetmedi Turgut Özal’la aynı masada yemek yerlerken Erol Simavi atar yapsın. Yok arkadaş, böyle bir şey yok. Yedin mi, yeme. Çünki var. O değil de kitabın son kısımlarında özel tv kanallarının açılışından bir ara bahsedince, kendi bebelik yıllarıma gitti aklım. Hey gidi günler. Sonra gazetelerin tiraj çabasıyla kuponla dünyayı verdikleri yıllara gittim. Hatta bir ara o yıllarda kaldım, “Ulan bir ara ben de kupon biriktirmeye başlamıştım, o niye birikmemişti acep?” so...

n. zaporozhets, a. svanidze - Tarihte Ve Mitolojide Isyan

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, isminin hakkını veren çok kapsamlı bir çalışma olmamış. Orta çağ diye adlandırılan tarih parçacığında yer almış birkaç mesele işlenmiş sadece. Tabi hikayelerde hep Avrupa’nın çevresindekileri kapsıyor. Okumaya niyetliysen, çerçevesini bil diye söylüyorum. Bunun dışında dönemin yeme içme kültürü, coğrafi yer isimlerinin etimolojik seyri ve bazı hanedan simgelerinin manaları (aslan: cesaret, yılan: sonsuzluk, zambak: güç ve zenginlik) gibi mevzulara da yer ayrılmış. Ayrıca bazı mahkeme sahneleri de anlatılıyor ki,çok vahşice. Hammurabi kanunlarını bilirdim, suçlu mu masum mu anlamak için adamı nehre atarlardı. Eğer yüzerse suçsuzdur hükmünü verirlerdi. Ama bu Avrupalılar, adamın kolunu kaynar kazana sokuyorlarmış. Bir haftada iyileşirse masum, az pişmiş et kıvamında kalırsa suçlu hükmünü veriyorlarmış. Gözünü sevdiğimin medeniyeti. Gelelim kitabın neleri esas olarak anlattığına. Tüm başlıkları bir bir anlatacak değilim, üç taneyle idare et. Bugün Sul...

Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat - Rusya Tarihi Başlangıçtan 1917'ye Kadar

Tahtaya kaldırdığımız bu eserde, rus tarihi ve küçük bir parça da kültürel gelişmeler, önemli isimlerin kısa biyografileri var. Kitabın sonuna da kronolojik bir cetvel koymuşlar, kim neyi ne zaman yapmış nerede nasıl niçin olmuş gibisinden 5n 1k sorularına cevap bulabilesin diye. Tarihle ilgilenmeyen birinin ne işine yarar diyebilirsin. Doğru. Şöyle bir senaryo aklıma geldi bak. Selam tatyana. Biliyor musun rus kelimesi, kayık sözcüğünden türemiş.   Ya ne ponimayu, chto ty skazal. (ne dediğini anlamıyorum.) Hiç işe yaramadı gerçekten de. Yine de meraklısına araştırmacısına entel olmak isteyenine tavsiye olunur. Notu: 5,6 çekilebilirsinn.

dostoyevski - kumarbaz

Tahtaya kaldırdığımız bu eser için, bazıları biyografik izler taşıyan bir hikaye diyor. Doğru mu peki? Bence yersiz bir tespit, zira hangi yazar kendinde olmayan bir şeyi kaleme alabilir ki? Mutlaka adam kendinden bir alıntı yapacaktır. Yazarın da işte biraz kumar merakı varmış. Hatta yine bu her şey hakkında bir bilgisi olanlar diyor ki; Herif zar sallamaktan kalem tutmayı unutmuş azizim. Yayıncı da bastırmış, “Ulan yazacaksan yaz şu kitabı, yoksa donuna kadar hacz ederim. Aldın avansı tüydün! Var mı öyle beleşten vurgun! “   Dosti de bakmış elindeki zarlara, “Ulan tek gelirse kitabı yazacağım, çift gelirse yayıncının anasını…” Tahmini zor değil, tek gelmiş tabi. Arkadaş insanın bahtı yaver olmayınca olmuyor işte. Halbuki zar tut be kardeşim çift gelsin. Hayır yayıncıya bir düşmanlığım yok ama sıkıştırılmayı da sevmiyorum. Neyse işte bu kitabı da yazarımız Dosty, bir ay çekmeden sallayı veriyor. Özeti her yerde var, benden bekleme. Ancak ruletçi bir nene geçiyor ki kita...

ahmet hamdi tanpınar - saatleri ayarlama enstitüsü

Tahtaya kaldırdığımız bu eser için söylenen çok şey var. Yeni ve eski eleştirisi yapıldığı, eskiden yeniye geçerken neler yaşanıldığı konusunda epeyce tahlil ve tespit varmış. Vallaha gardaş, ben çok şaapamadım akışı. Biraz fazlaca serüven mi geçti ne, tam meseleye nüfuz edemedim. Ama güzeldi yine de. Ağır işleyen bir dram değildi hiç olmazsa. Mizah kıvamı iyi tutmuştu. En çok mezardan kalkan halaya güldüm. Baba oğul dalmışlar kadının evine, envanter çıkarıyorlar. Kadın mezardan bir kalkıyor, “Biz daha ölmedik!” der. Tahtarevanla taşınır gibi, tabut üzerinde yeniden konağına götürüyorlar. Kardeşini ve yeğenini evde basacak, üzerine bir de kalay kayacak. İşte tam bu sırada okuyucunun kafasında şöyle bir söz dönüyor; “Ne bok yemeye ölmedin sen be karı!” Ne yalan söyleyeyim ben böyle düşündüm. Eleştirmenlere göre çok kıymetli olan bu eserimizde geçen diğer fikirler ise şöyle:   Bir kereden bir şey olmaz deyip taviz verdiğimizde bunun bir      ...

Victoria Zak - Çayın 20.000 Sırrı

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, bildiğin şifalı otlar şeceresi. Bizdeki İbrahim Saraçoğlu’nun ecnebi versiyonu gibi düşün. Kıl kuyruk otuna keçi boynuzu karıştır, öküz gözü, kuzu kulağı, çam dibi ve biraz da zerdeçal türündeki tariflerin yer aldığı bir kitap. Az önce salladıklarımı ciddiye alıp deneme ki zaten neye iyi geldiğini de mahsus yazmadım. Eğer bilseydin var ya… neyse yine mevzuyu bulandırmadan muhtevaya geçiyoruz. Açılışı Hipokrat'la yapmış hatun, "yedikleriniz ilacınız, ilacınız yedikleriniz olsun." biraz tekerlemevari. Ama fiyakalı girizgah her zaman iyidir. Kitabın tamamını okumadım. Roman mı lan bu? Ne lazımsa o sayfayı açıp okursun işte. Kitabın ana fikrini de yazayım istersen. Kalın giyin, üşütme, kendine iyi bak. Aslında tariflerin neticesine bakarsak böyle bir fikir de çıkabilir. Benim ihtiyacım vardı, şu sıralar aklım gelip gidiyor diye biberiye çayı içtim. İşe yaradı mı anlamadım. Belki de biberiyeyi yemem lazım, beni anca yola getirir. Hasılı gardaşl...

bin bir gece masalları

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, döneminde ilgi çekmek ve güya insanları oyalayıp akıllarını hükümet işlerinden uzak tutmak için toparlanmış. Toparlanmış diyorum çünki kitap anonim masallardan oluşuyor. Meşhuur Alaaddin, Ali Baba ve Kırk haramiler, Simbad gibi hikayeler hep buradan alıntı. Tabi benim favori hikayem Delile adlı dolandırıcı kadının yer aldığı masaldır. Zira bu ihtiyar hatun, dünya savaşı çıkaracak fitne fesada sahip biri. İlginç olan ise, herhalde derlendiği iklim ile alakalı, içinde hiç kar kış hikayesi yok. Ama sürekli Harun Reşid’in canının sıkılıp tebdili kıyafetle gezintiye çıkması epey işlenmiş. Ayrıca yalın kılıçlı siyahi köleler, kalbi denizin dibindeki bir sandıkta muhafaza edilen cinler ve en ulaşılmaz yerlerdeki hazineler, kitabın genel güzergahı. Anlatıcı olan Şehrazad ise aslında kendi poposunu kurtarma derdinde. Her masalla idam cezasını biraz daha erteliyor. Bin bir gecelik masal dizisinin ardından Şehrazad kızımız, arka odadan hükümdardan olma çocuklarını...

stefhan zweig - Macellan

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, roman vari bir dille yazılmış biyografik bir kitap. Yazarın diğer kitaplarını okuyanlar üslubu hakkında bilgi edinmiştir zaten, edinmeyenler de beni okuyacak. Şimdi gardaşlar ve bacılar, müellifin yazma şekli, hikaye anlatır gibi, dip notsuz ve sadedir. Görmüşçesine edebi tasfirler bolca. Eğer akademik bir şeyler canın çekiyorsa o başka. Fakat yalnızca meraklısıysan alıp okursun. Beş gemi 265 mürettebatla İspanya’dan batıya yelken eçan ekip, üç yıl sonra bir gemi ve on sekiz mürettebatla doğudan dönebilecektir. Adını boğaza veren Macellan ise maalesef yoldaki kayıplar arasında. Macellan aslında Portekizli, iki kez Afrika Ümit burnundan gidip gelmiş. Yani doğu tarafının güzergahını biliyor. Memleketinde adamı çekemeyenler çokmuş, gıybet kılükal gırla. O da diyor ki, Bakın giderim başka yerlere! Sonra arkamdan laf söz çıkarmayın. Yok vatan hayiniymiş de bizi satmış da falan.   Bak kapı orda, siktir git! Vatan hayini meselesi şöyle; zamanında ...

Arminius Vambery - Sahte Derviş

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, tam da “vay anasını!” dedirten cinsten. 19. Asrın meşhur Türkologlarından Vambery’nin araştırma kisvesi altındaki casusluk serüvenini ihtiva ediyor. Adam demiş benim adım Reşit, hem dervişim hem hacı. Dört yıl bir paşanın konağında misafir kalmış, ki paşa dahi Vambery’nin gerçek kimliğini bilmemiş. Prof Vambery, Macar asıllı, Musevi ve 33. Rütbeden mason olduğu söylenir. Elbette İngiliz koltuğuyla yola çıktığı da çok şaşırtmadı. Şimdi diyebilirsin, “yahu arkadaş, adam akademisyenmiş işte. Elin oğlu böyle araştırma yapıyor, bizimkiler gibi açık oturumlarda veya siyasi fikirleriyle iş yapmıyor.” Doğru, ama o dönemin İngiliz rus çekişme alanında, orta asyada, inceleme yapması, işi biraz casusluk sahasına çekiyor. Öte yandan da milli bir kanayan yaramızdır; biz niye beceremiyoruz ulan ilim üretim ticaret ve ulusal politikaları bir potada eritmeyi. Dönüp dolaşıp o pota hep bize… neyse kitaba geçelim. Hakkını vermek lazım ki, adam gayet tarafsız, dürüst ve bi...

margaret davidson - Louis Braille

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, ilham verici bir hayat hikayesini anlatıyor. 19. Asrın başlarında Fransa’da doğan Louis, tüm çocuklar gibi biraz meraklı. Koşum takımı yapan babasının eşyalarını kurcalarken, gözüne iğne batıyor. Yaranın iltihap kapması, öteki göze de bulaşması sonucu, iki göz görmez olacak. Bir şekilde okula başlıyor fakat kabartmalı harfler çok tırt. Hem her sayfaya birkaç kelimeden fazlası sığmıyor, hem de çoğu harf ötekileriyle karıştırılıyor. Sonra bir asker, karanlıkta mesajlaşmak için noktalı yazma tekniği bulur, Luois de bunu geliştirir. Ollallaa! Buldum işte! Narasıyla beraber, mücadele de başlıyor. Olur mu canım böyle saçma sapan iş. O kadar kabartmalı kitap bastırttık (14 tane) onları çöpe mi atalım. Hem bu işten para kazanan bir sürü matbaa var, kepenk mi kapatsınlar. Bize de icat çıkarılmış oluyor. Matematiği, tarihi bitirdik, kalk bir de yeni alfabe öğren, müfredata ekle. Ayrıca siz hiç düşünmüyor musunuz eyyy öğretmen arkadaşlarım! Bu teknik çok ...

J.D.Salinger - Çavdar Tarlasında Çocuklar

Tahtaya kaldırdığımız bu eser adından da belli, çavdar tarlasındaki maraba çocukları anlatıyor. Gün doğmadan çapaya gidiyor bebeler ve boğaz tokluğuna çalışyorlar. Evet giriş şakamızı yaptıktan sonra asıl meseleye girelim. Kitabın tarlayla bahçayla alakası yok. Atarlı bir ergenimiz var, okulundan dehlenmiş, evine dönüyor. Aslında niyeti eve dönmek de değil. “Alayım başımı gideyim” havasında. Çiftlik miftlik gibisinden planları var. Okulun yurdundaki arkadaşlarıyla münasebetleri, tren yolculuğu, otelde verdiği mola ve odasına istettiği hatun, (bu detayı şevkin gelsin diye yazdım köftehor) sonra komşunun evinde yaşadığı bir acayip atar daha ardından, nihayet ufak kız kardeşiyle lunapark sahnesi şeklinde kitabın olay özetini yapmak mümkündür. Dili biraz sin kaflıymış diyor ingilicce bilen ağabeylerimiz. Türkçeye geçerken kravat falan takmışlar, biraz düzelmiş. Peki arkadaş kitabın ismi ne alaka o vakit? Madem ki bir gencin okuldan eve serüvenini okuyacaksak? El cevap: Yazar, ...

aydın büke - Chopin (tuşlara adanmış bir yaşam)

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, güzel bir biyografi. Klasik müzikle pek alakam olmamasına rağmen, kendini bana okuttu. Anlayacağın kitap yazılırken, avamın idrakı esas alınmış. Yazarın musiki geçmişi, yayımcının deneyimi, eseri kıymetlendiren başka hususlar. Gelelim muhtevaya. Kronolojik bir akış var ve Chopin’in babasından başlıyor hikaye. Dönemin şartlarını esas aldığımızda, öyle “vay anasını!” denilecek fırtınalı bir hayat hikayesi yok. Orta seviyede (bazen iniş çıkışları var) maddi hayat, biraz sevip de alamama ve bir parça verem… arkadaşım, sen 18. Asırda yaşıyorsun. O dönem verem olmak çok popüler. Millet nezle olur gibi verem oluyor. Bizde de mesela Sultan Abdulmecid var, adam gencecik yaşta veremden öldü yani. Demek ki para ve hayat şartları yan faktör olsa da, bu illet dönemin kanseri gibi bir şey. Neyse bunu işin uzmanları tartışsın, kitaba devam edelim. Şunu söyleyebilirim ki, adam son nefesine dek vatansever biri olarak yaşamış. “oğlum senin baban Fransız değil miydi?” diy...

otto frank - anne frank'ın günlüğü

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, adından da belli, bir günlük. Haziran 1942 – temmuz 1944 tarihleri arasında yazılmış. 14 yaşınabastığında hediye etmişler bu günlüğü. İlk sayfaların hevesle kaleme alındığı çok belli, sıradan bir özet havasında. Sonraları önemli anları yazarak devam ediyor. Savaşta ailece Hollanda’da yaşıyorlarmış. Almanlar işgale başlıyorlar ve bir de bunlar yahudi, gerisi bilindik mesele. Gizli kapaklı bir yerde yaşamaya çalışıyorlar. Yaklaşık iki yıl başka bir aileyle kıt kanaat geçindikten sonra, her an duydukları yakalanma hissi, bir gün gerçeğe dönüşecek. Evde kalan herkes kamplara yollanır ve Frank ailesinin babaları hariç, hepsi o kamplarda ölecek. Tabi günlükte kamp anları yok, sadece saklandıkları evdeki hatıralar var. Şimdi eğri oturup dik konuşalım. Bu kızın çektiği eziyetin aynısını hatta belki daha fazlasını çekmiş en az 10 bin tane kız çocuğu bulurum şu zamanda. Ama gel gör ki aziz kardeşim, reklam ve pr böyle bir şey. Tüm dünya Anne Frank’ı tanır, evini ...

adam simith - milletlerin zenginliği

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, bize arz talep dengesini en basit şekliyle anlatan bir kitaptır. Yazarının İskoç olması beni hiç şaşırtmadı. Çünki bilenler vardır, pintilik ile tasarruf arasındaki ince çizgiyi birbirine harmanlayan yegane millettir kendileri. 18. Asırda yaşamış müellifimiz, dönemin geleneği üzere daha çok felsefeci olarak bilinse de, bilimlerin şubeleştiği günümüzde iktisad üzerine yazılmış en mühim eserlerden birini kaleme almıştır. Hatta iktisad okumaya niyetin varsa bu kitabı kolunun altına alıp odana kapanman lazım önce. Adamın veya Adam’ın bize öğrettiği en güzel örnek, su ve elmas kıyaslamasıdır, arz talep esaslarını anlamak için güzel bir örnekleme. Temel eserlerden biri olduğu için, merkantalizm, fizyokratlar, hep bunun çevresinde dönen, dallanıp budaklanan konular. Dili çok sadedir. Çünki daha tumturaklı kelimeler icat edilmemiş. Basit eşyalar üzerinden anlatır, anlamak için yüksek sayısal zeka istemez. Notu: 6,6 çekilebilirsinn.

ihsan oktay anar - puslu kıtalar atlası

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, aslında bir ilk romanmış. Ama ilk olarak güzel bir başlangıç olmuş. Özet hikayeye lüzum yok bence, duymuşsundur. Duymadıysan iki dakka google’a sor özeti, sonra burdan devam et. Hah geldin mi. Ben de seni bekliyordum, şimdi devam edebilirim o zaman. Yazarımız felsefeci olduğu için hikayenin temelinde tabi biraz felsefe var. Düşünüyorum o halde varım, sözüne bakmış, ulan bundan nasıl bir hikaye çıkar acaba demiş ve aha ortada. Kurgusu iyi, çok sıkılmadım. Biraz fizik olayları da kasıp, romanın IQ seviyesini yüksek göstermeye çalışmış sanki. Bu arada felsefeyi bilenler de bilir, yapanın dahi tam olarak anlamadığı bir şeydir işte. Mesela kitabın sonunu alıntılıyorum bak:   “Düşündüğünü düşündüğüm bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.” Nasıl? Yandı mı beynin? Sıkma canını, derin derin uzaklara göz süz, “Geldik gidiyoruz azizim dünya yalan.” Gibisinden birkaç söz et. So...

oscar wilde - Dorian Gray’in Portresi

Tahtaya kaldırdığımız bu eserin dünyaca meşhur bir karizması var. Peki bu sayfada karizma işler mi? Belki. Öncelikle yazarımızın özel hayatını değerlendirmiyoruz. Arkadaş herkesin tuttuğu kendine. Yani huyu falan. Bizim konumuz kitap. Bu romanın temasını fikrini anlamayana, edebiyatın avamı derler. Peki beni biraz tanıyorsan bilirsin, ben avam mıyım? En azından öyle göstermemek için fular takarım. Neyse kitap, genç ve yakışıklı baş karakterin tablosunun yapılmasıyla başlar. Adamın aklını alan kurgu ise, yıllar geçtikçe tablodaki resim yaşlanır fakat kahraman tablo gibi genç kalır. Hatunların canını yakar, ceviz üstüne ceviz kırar. İşlediği cürümlerin günahı tabloya nakşolur. Ama kahraman hep baby face kalır. Bir sürü duygusal patlamalar, boşalmalar, finalde kahraman çeker piçağı saplar tabloya. Ne oldu peki? Göğsünde bıçak yarasıyla ihtiyarlamış kahraman yerde yatarken tablodaki resim gençtir. Baaak gördün mü sanatı! Adam işi bitirdi arkadaş. Ulan ırz düşmanı Oscar biraz da delikanlı...

stefan Zweig - Satranç

Tahtaya kaldırdığımız bu eserin çok popüler olduğunu bilmen lazım. Peki popi olunca ne oluyor diyeceksin. Doğal bir baskı oluyor insana, ulan bu kitabı eleştirme yoksa… Tabi bana sökmez ve şimdi girişiyorum. Neyse paniğe gerek yok, kitap güzel. Bir odada esir tutulduğu günler boyunca sadece satranç kitabı okuyabilmiş ve sürekli aynı metni okuyup resimlere bakmaktan kafayı yemiş bir adam ile satranç şampiyonunun karşılaşması, hikayenin genel hattı. Tabi kitabın fikri satranç maçı değil. Edebi zekamı alıp giriyorum tahlile. O sıra devam eden ikinci dünya savaşının çok derin bir eleştirisini yapıyor yazarımız. Deli adamın karakterinde, Avrupa’nın kendi içinde siyah ve beyaz olarak bölündüğünü, aslında kendi kendisiyle savaştığını anlatmak istiyor. Haliyle kitabın notunu bir çimdik kırmak lazım. Bilinç altından sızan başka bir koku var sanki. Savaşacaksan düşmanı Avrupa’da arama der gibi. Yazar Avusturyalı olduğu için. Viyana kuşatmasından beri bu millet bize tam düşman oldu arkadaş. Her...

Şeyh Sâdi Şirâzî - bostan ve gülistan

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, insana akıl fikir veren cinsten. Yazarı 12. Asrın sonlarında doğmuş, derviş meşrepli bir zatı muhteremdir. Bu türde daha çok Mevlana’nın hikayeleri bilinir ama çağdaşı olan Şirazlı Sadi de azımsanmamalı. Bostan ve Gülistan adlı iki ayrı eserinden öykü derlenmesi yapılmış bu eser, hikmetli kıssalar ve sözlerle doludur. Bir tanesini paylaşıp, çekiliyorum. Puanlama bekleme, zira bu esere not vermek adaba mugayirdir.   VAKTİYLE NİL NEHRİ, bir yıl Mısır’a hiç su taşımadı ve sonunda dayanılmaz bir kıtlık baş gösterdi. Öyle oldu ki, susuzluktan kıvranan insanlar dağlara çıktı. Nil sanki kurumuştu. İnsanlar feryat edip inleyerek yağmur dilediler, ama hiç fayda etmedi. Bunun üzerine içlerinden biri, tasavvuf büyüklerinden Zünnun’un dergâhına koştu:   "Ey yüce sultan! Halk sıkıntı içinde, çok acı çekiyor. Ne olur, şu âcizler için bir dua buyur. Cenab-ı Allah sevdiği kullarının dualarını reddetmez!" dedi.   Bu sözleri duyan Zünnu...

george orwel - hayvan çiftliği

Tahtaya kaldırdığımız bu eserin, bir tür eleştiri romanı olduğunu bilmen lazım. Kahramanların çoğu hayvanlardan seçilmiş diye “fabl değil mi lan bu” deyip çocuksuluk atfetmek çok yanlış. Kaldı ki fabl olarak yazılmış bir çok kült de aslında büyüklere hitap eder. Geçelim kitabın konusuna. Hayvan gibi çalıştırılan hayvanların, çiftlik sahibine karşı isyan etmeleriyle hikaye başlar. Kendi aralarında örgütlenirler, esaslar, kurallar belirlenir ve iş bölümüyle kendileri için çalışmaya başlarlar. Vaadler hayal gibi olsa da gerçekler dibi delik kumbaradan hallice. Değişen, biriken veya artan refah yoktur. Genel şekliyle tam bir sosyalizm eleştirisi olan kitapta, sömürülenlerin yine sömürüldüğü ve ne hikmetse idareye geçenlerin birer sömürücüye dönüşmesi, gayet güzel işlenmiş. Zaten yazıldığı dönemi göz önüne alırsak, 1942 - 43 yılları sırasında yazarın Stalin'i ne kadar da güzel bellediğinin farkına varacaksın. Özgürleştirme vaadiyle Türki cumhuriyetlerinin desteğini alıp, idareye geçin...

orhan pamuk - kırmızı saçlı kadın

Tahtaya kaldırdığımız bu eserin adı ilgi çekici olsa da “Kırmızı saçlı kadın mı? Hani bakayım…” konusu ve kurgusu pek hayalleri karşılamıyor. Kitabın alt fikrinde de sürekli Firdevsi’nin Şehname’si dönüp durmuş. Şehname’de geçen vakıa, froyt efendinin de psikolojimize kazandırdığı Oedipus meselesine benzer ki, zaten yazarımız da Şehname atıflarıyla benzer bir kurgu işler. Hikayede baş kahraman kuyucu yanında çıraklık yaptı, finalde de kendi kazdığı kuyuda can vererek kendi kuyusuna düşmüş oldu. Nasıl roman lan bu diyeceksin şimdi, evet. Bu da benim yorumlama şeklim kardeş. Kitabın özeti zaten birçok yerde var. Sana engin bakış açımı aktarıyorum. Vakit geçsin, biraz oyalanayım diye alıp okusan bu romanı, çok da bir şey katacağını bekleme. Tabi vaktini geçirmiş olursun, o kısmı tamam. Yazarının Nobel’li oluşuna da aldanma. Genelde barış ve edebiyat ödüllerini belirlerken şöyle bir yol izlenir: Bakın bakalım bu günlerde kendi memleketi aleyhinde çıkış yapan var mı? Doğrusu eğrisi ön...

isaac asimov - üç robot yasası

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, bir hikaye kitabıdır. İsmine bakıp da hukuk ile alakalı sanma. Ya da mühendislikle ilgili falan… aslında popüler olduğu kadar “vay anasını! Ulan ne kitaptı ha” dedirten cinsten de değildi. En azından bende o etkiyi bırakmadı. Geneli uzayda geçen öykülerden oluşuyor, fantastik. Kitaba adını veren hikaye, beyin fırtınası yapan, belki fırtına çıkarmasa da ufak bir esinti bırakan, tek bölümdü. Robotların anayasası şöyleymiş: 1. Bir robot, bir insana zarar veremez. Ya da hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz. 2. Bir robot, insanların verdikleri emirlere uymak zorundadır. Ancak bu emirler Birinci. Yasa'yla çeliştiği zaman durum değişir. 3. Bir robot, Birinci ve İkinci yasalarla çelişmediği sürece varlığını korumak zorundadır. Hikayenin tüm gelişimini burada döktürmeyeceğim tabi. Sadece şu kısmı önemli ki; biri diğerinin üst modeli olan robotlar sohbet ediyor.   Hocam bizim kanunlar belli.varsa yoksa insan. Öyle ...

Filiz Bingölce - Kadın Argosu Sözlüğü

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, şahsen benim edepsizliğime cila çekip ziyadeleştirdi. Argo sözlük okumanın acayip yanı, sin kaflı kelimeler kullanmadan, karşındakine giydirip çıkarmayı öğrenmek. Tabi bu sözlükte geçenler, kadınlar arasında kullanılan türleri ihtiva ediyormuş. Bazılarını duymuştum, o kadar da saf yürekli değilim elbet. Ama bazıları da var ki duyduğum halde “Yahu bu söz ne demek yani?” diye de soramadım.   Nasıl sorayım lan, “Abi delikli boncuk yerde kalmaz dedin ya, ne boncuğu o?” Elime boncuk verir, “Git bunu bakkalda bozdur.” Derlerdi. Ama şimdi tüm cehaletimden sıyrıldım. Bu arada merak edenler için, sözün manası çok derin. Hani çakal tipli adamlar aralarında konuşurlar ya, Hatun kocasından boşanmış, artık istediğin kadar yokla üstüne kalmaz.   Şu kız vardı ya, işte o kız değilmiş. Götür getir, yerine bırak. Hiç dert olmaz. Anlamışsındır herhalde. Fakat ben de argoyu bayağı sökmüşüm, bildiğin köşe başı pezevenginin ağzıyla örnek verdim. Hemen edepl...

Emine M.ATABEK _tıp tarihi

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, tıbbın gelişme evrelerinden bahsediyor. Tabi bazı uyduruk kısımları da yok değil. Orayı atlıyorum ve bana çok acayip gelen bölüme geçiyorum. Dediğine göre eski toprak hatunlar, gebelik testini şöyle yapıyormuş. Bir ölçek idrarı alıp, önceden yere serdiğimiz buğday ve arpaların üzerine döküyoruz. Ulan nimeti mındar etme diyeceksin ama her şey ultrasonun yokluğundan kaynaklı. Peki sonra? Bir süre bekle, birkaç gün olabilir. Eğer çimlenme görürsen, bingo hamilelik testin pozitif çıktı. Bitti mi? Hayııır! Eğer çimlenme buğdayda ise, doğacak çocuk erkek, arpa yeşermiş ise kız olacak demektir. Vay anasını demiştim ben, senden de benzer bir tepki umuyorum. Hamilelik testiyle kalmadık, arada bir de cinsiyeti öğrendik. Artık bundan ötesi, babalık testidir. Eğer olsaydı muhtemelen şöyle olabilirdi:   Yeşeren filizler kuzeye bakıyorsa çocuğun babası yabancı, güneye bakıyorsa tanıdık biridir. Bunu da nasıl uydurdum, hani kuzey soğuktur ya, tanıdık değil ya...

David J. Lieberman - Aklındakini Okuyabilirim! Bir Daha Asla Aldatılmayın, Kullanılmayın, Yalana Kanmayın

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, sözüm ona bize yalanları yakalamayı öğretiyor. Ama diğer yandan da daha profesyonel nasıl puşt olunur, onu öğretiyor. Bir örnekle daha iyi anlayacaksın, şöyle: Patron: Ahmetçiğim bizim depodan on koli malzeme eksik. Sence biri mi çaldı? Ahmet: Olabilir efendim, ben C bölümünden şüpheleniyorum. Ama emin olmak için kesin kanıt lazım, bence gizli kameralarla göz altında tutalım, hemen yakalarız. Hatta kameraların başına ben geçeyim, size saatlik raporlarla bildiririm. Patron düşünür, “kitaba göre hırsız Ahmet olsaydı konuyu değiştirmeye çalışıp, kendisini alakasız göstermeliydi. Öyle davranmadı, demek Ahmet masum.” Ahmet ise ellerini avuşturur, “ulan iyiki şu kitabı okumuşum. Şimdi kameraların da başına geçersem bir ayda şirketi yüklerim. Patates edicem kamili haberi yok.” Herkes için daha profesyonellik sunan bu kitap, fazlaca hacimli değil, çabuk okunur. Notu: 6,0 çekilebilirsinn.

Cahillikler Kitabı

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, birkaç seriden oluşuyor. En son üçtü, devamı çıktıysa haberim yok. Genel bilgiler, hayvanlar alemi ve sağlık hakkında malumat veriliyor. Şimdi sen diyeceksin ki ben bunu okuyunca cehlim azalacak mı? El cevap: hayır. Ama çok güzel bilmişlik taslar, hiç alakasız şeyler hakkında kültür sıçarsın. Yalnız asıl mesele, sohbet esnasında bu antik kuntik bilgileri nasıl araya sıkıştıracaksın? O da senin yeteneğine kalmış. Kitaptan bir iki örnek vereyim mesela. Bilinen en büyük yumurta, dinazorlar da dahil, 1700’de nesli tükenmiş fil kuşuna aitmiş. Devekuşunun yumurtasından 10 kat büyük ve 9 litre hacmi varmış. Bu arada kuşların büyüklüğüne göre diğer hayvan isimleriyle adlandırmak da ilginçmiş. Daha büyüğünü bulursak balina kuşu olabilir bu mantıkla. Diğer bir faydasız bilgi de; kafası kopmuş bir tavuğun birkaç ay daha yaşaması ve bu haliyle sirk panayır dolaştırılmasını anlatıyor. İşin aslı, beceriksiz bir herifin, tavuğu tam kesememesinden kaynaklı. Garibim ...

berna moran - Edebiyat Kuramları Ve Eleştiri

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, edebiyat nedir ve ne değildir sorularını cevaplyor. İngiliz dili ve edebiyatı kürsüsü hocasının ders notlarından derlenmiş. Edebi bir çalışmaya girmeye niyetliysen, okunacak kaynaklardan biri. Birkaç başlık altında edebi kaliteyi anlatırken farkına vardım ki, metnin arka planında da kronolojik bir akış var. Antik yunan filozoflarından başlayıp bu tarafa doğru anlata anlata geliyor. İşlediği başlıklardan biri,edebiyatın yansıtma vasfı. Hem gerçeğin bir benzerini sunmasıyla, ayna metaforu yinelenir, kafanda büyük bir aydınlanma yaşarsın. “Sanatçı burada ne anlatmak istemiş?” sözünü çok duymuşsundur. İşte gerçek dünyadaki benzerini bu eserde bul bakalım deniyor yani. Bir de başka türlü yansıtma var, aynen alıntılıyorum. “Filhakika göz kamaştıran aydınlığıyla güneşe; güzelliği, naz ve istiğnasıyla güle benzeyen sevgili, kaşı gözü kirpiği, yan bakışı ile de hükümdar gibi silâhlıdır (hançer, kılıç, ok, yay, kemend, doğan ve şahin).” Aslında kitap yalnızca ...

adam fawer - olasılıksız

Tahtaya kaldırdığımız bu eserin adı, biraz insanın dilini dolandıran cinsten, fakat muhtevası iyi. Şunu da söylemem lazım ki, ben bu kitabı okumaya başladığımda çok sıkılmıştım. Arkadaş ne saçma bir kitap! Uçanı kaçanı ayrı dert, akıllılık taslamaya çalışan dingiller ise ayrı. -Sonra dedim, yahu bunu o kadar meth ettiler, acaba sonunda mı bir numara var? İşte o an beni tam on ikiden vurdu. Adamın biri sırf dondurma kokusu alıyor diye caddenin karşısına doğru koşar ve gümm! Otobüsün altında kalır. Kaburgaları kırılmış ve son nefesini verirken “Kafamı sikeyim! Oğlum ben dondurmayı sevmezdim ki, ne diye böyle koştum?” dedi. Vay anasını dedim. Arkadaş şimdi çözdüm işte olasılıksız neymiş diye. Meğer o uçup kaçan yarı deliler de hep kurgunun bir parçasıymış. Tabi yine de olay örgüsü daha iyi olabilirdi. Adının hakkını vermek için, poğaça ile helikopter düşürmek nedir yani? Ben de osurukla uçak vurayım, nasıl olsa aradaki boşluklar uydurulur. Kurgu hiç olmamış. Yani sonunu merak e...

gerard badou - hotanto venüsü

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, hayvanın hayvana yapmayacağı eziyeti, insanın insana nasıl yapabileceğini gösteriyor. Hotanto venüsü adıyla meşhur edilen kadın, aslında saf bir Afrika yerlisi. Tek kabahati, ki günümüzde bu kabahatle piyasada çok hatun var, kalçalarının fazlaca iri olması. İki tane müteşebbisin kandırıp Avrupaya getirdiği bu zavallı, sirk hayvanı muamelesi görüyor. Acaba poposu gerçek mi deyip mıncıklayanlar mı dersin, şemsiye ucuyla dürtenler mi, artık sen düşün. Bitti mi peki? Bitmez. Kadını alkolik yaparlar. Vicdan sahibi birkaç kişinin mahkemeye şikayeti olacak tabi, ama kadın saf, kandırılmış, şikayetçi olamıyor. Bu çileli hayatı uzun sürmüyor, genç yaşta ölecek. Fakat çile biter mi? Bitmeez… düşmüş bir kere Avrupalı aydınların eline. Kadını bilim namına incelemeye başlarlar. Kesip biçme de yetmeyeceğinden, “dur ya, biz bunu insanlığa mal edelim.” Deyip kadının içini doldurup müzede sergiliyorlar. 1815’te ölen bu kadın, bir süre sergilenir, sonra yine “işgüzar”ın ...

Stefan Zweig - Amerigo

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, yine güzel bir biyografik inceleme. Hayatı konu edilen şahsı da tanıyorsun herhalde. Hani kuzeyinin siyaseti pek sevilmez de yaşamak için rüyaları vardır. Güneyi için de sempati beslersin de gidip yaşamak istemezsin ya. Bildin mi? Amerika Amerika, çok düşünme. İşte o kıtaya adı verilen adamın hikayesini anlatıyor bu kitap. Kolomb’un arkadaşıymış ve kıta için söylediği tek şey, buranın yeni dünya olduğu. Ama işte acemi bir yayıncı, veya matbaacı mı desek, yanlış dizgiyle bir kitap çıkarıyor. Kitabın başlığından da herkes Amerigo’yu asıl kaşif sanıyor. Haritalarda hep adamın ismi çarşaf çarşaf. Yazarımız o dönemin diğer kaynaklarını da incelediğinde, bugünkü kafalardan pek de uzak olmayan fikirlerin dolaştığını aktarır. Sadece 32 sayfalık raporundan başka bir şey bırakmamış Amerigo için her türlü lakırtıyı duymak mümkün. Siktir et pezevengi! Düzenbazın, sahtekarın önde gidenidir o! Yaptığı hiçbir halt yok, kendini meşhur etti. Arkadaş şu Amerigo ne...

evliya çelebi seyahatnamesi

Tahtaya kaldırdığımız bu eser, on ciltten oluşuyor. İstanbul tanıtımıyla, gezilecek gidilecek yerlerini anlatmayla başlayan Evliya, Hollanda sınırlarından, Rus içlerinden Kafkas ötesine, İran, Hicaz ve Mısır topraklarına dek uzanan bir serüven yaşamış. Acayip sihirbazlık oyunları, efsaneler ve adetler, eserin ilgi çekici yönleri. Sosyoloji tarihi yapanlara tavsiye ederim. Ancak adamın her sözünü de mutlak doğru almamak lazım. Cengiz Han’ın 7. Asırda yaşadığını söylüyor. Bunun dışında yerel dilden birkaç kelime de öğretmeyi ihmal etmez. Buralara gelecek adamın bilmesi gereken kelimelerdir bunlar der ve aynı bizim kafada, muhakkak içinde küfür kelimeleri de bulunur. Biri ana avrad söverse bil diye. Halk arasında anlatılan komik hikayeleri de unutmamış. “Erzurum’dan gelen dervişe sormuşlar, sizin orada kış çokmuş öylemi? Derviş; ne bilemçi ağam, ben on bir ay yirmi dokuz gün kaldım hiç yaz görmedim.”   Benim en çok ilgimi çekense, İstanbul Eyüp’deki su kuyusuydu. Arkadaş kuyuya n...