sevan nişanyan - Elifin öküzü


Tahtaya kaldırdığımız bu eser, etimolojik açlığımızı gideren bir kitap. Ne kadar sağlıklı malumat veriliyor, bu şüpheli tabi. 2016 baskısında, önceki hatalarını telafi eden dip notlar ilave etmiş yazar. Tabi hala keşfedilmemiş hatalar da olabilir. Olsun, etimolojik açlığı gidermese de, atıştırırız. Kelimeler, neye göre seçilmiş bilmiyorum. Ama sözcüklerin memleket memleket gezişi, uğradığı anlam kaymaları, kaydırmaları, bir güzel işlenmiş. İki tane alıntı yapıyorum, nedir ne değildir gör.  

  1. Hemşire - şıra

Farsça şir: süt.

Hemşire aslında “beraber süt emmiş” demek: süttaş da denebilir. Farsçada kız-erkek ayrımı gözetmeksizin kardeş anlamına gelen bu kelime, bizde neden sadece kızkardeş anlamını kazanmış? Bildiğimi sanmıyorum. Belki Farsça “olmuş, edilmiş, gibi” anlamım taşıyan -e takısı, zevce, valide, mahdume sözcüklerinden tanıdığımız Arapça dişil -e takısıyla karıştırıldığı içindir.

Hastanelerde hastalara yardımcı olan “kızkardeşlerin” Türk yaşamına girmesi 1852-56 Kırım Harbi sırasında Selimiye kışlasında karargâh kuran Florence Nightingale adlı Ingiliz hanım

sayesinde olmuş. Ancak İngilizce sister ve Fransızca soeur deyimlerinin Türkçesi olarak hemşire sözcüğünün dolaşıma girmesi sanırım 1908’den sonraki bir gelişme. Aslında hemşirenin böyle anlam kaymasına uğraması Türkçe için bir kayıp. Çünkü Türkçede sister anlamına gelen başka doğru dürüst kelime yok. Kızkardeş hem çok hantal, hem ablayı dışardığı için yetersiz. Bacı derseniz,

bu kez sınıf sorunu devreye giriyor. Geviş getiren hayvanların dört midesinden İkincisinin adı

Farsça “süt tutan” anlamında şirdân. Türkçesi kısalıp şirden olmuş. (İşkembe de Farsça; buna karşılık damardan ve tuzlama halis Türkçe.) Her türlü meyveden elde edilen meyve özüne Farsça “süt gibi olan şey” anlamında şîre adı veriliyor. Türkçesi şıra. Süt gibi tatlı olan kişi ve nesnelere verilen Farsça şirin sıfatı da Türkçeye aynen alınmış. ‘Yarin teni serindir, memeleri şirindir’ gibi

hoş türkülere malzeme olmuş.

 

  1. Kamera - kemer

Eski Farsça kamara-: kemer, kavis Kemer sözcüğünün neden hem pantolon kemeri hem tavan

kemeri anlamına geldiğini hiç düşündünüz mü? Farsça kemere esas

olarak eğri ya da “kavis” demek. Kem- kökünün kendisi modern farsçada unutulmuş, ama aynı kökten keman yani “yay” ve kemend yani “kavis yapan” hâlâ kullanılıyor. ‘Kem gözlere şiş’teki kem aynı kem mi? Onu bilmiyorum. Kaşgarlı Mahmud bu sözcüğün Türkçe anlamını “hastalık” diye veriyor, ama sanki “kötü niyetli” anlamında eğri veya yamuk olması daha muhtemelmiş gibi. Bunlar işin basit kısmı. Esas ilginç anlam sıçraması başka yerde. Mimaride kemeri ilk kullanan ulus Iranlılar olmuş. Yunanlılar da, her ne kadar itiraf etmeyi pek sevmeseler de, mimariye ilişkin kavramlarının pek çoğunu MÖ 5. yüzyıldan önce Irandan almışlar. Eski Yunanca “kemer, tonoz” anlamına gelen kamara sözcüğü Eski Farsça kamara-dan bire bir alıntı. Bu sözcük Yunancada yalnız kemerin kendisi için değil, örme taştan tonozlu kapalı mekânlar için de kullanılmış. Bizim Muğla ve Kapadokya yörelerinin tonozlu taş odalarını düşünürseniz bunda da şaşırtıcı bir şey yok.

Romalılar aynı kelimeyi camara veya camera biçiminde Yunanlılardan alıp düpedüz “oda" anlamında kullanmışlar. Batı dillerinde oda anlamına gelen kelimelerin çoğu (İtalyanca camera, Fransızca chambre, İngilizce chamber; Almanca Kammerve Zimmer) bu Latince kökten geliyor. Bizim gemi odası anlamında, bir de ayrıca Ingiliz parlamentosunun toplantı odası anlamında kullandığımız

kamara ile otomobil lastiğinin iç odacığı anlamına gelen şambrel buradan. Oda sıcaklığında korunan kırmızı şaraba ise ükela zümre şambre diyor. (Latince ca- ile başlayan sözcüklerin Fransızca cha-

ile yazılıp şa- okunduğunu artık öğrendik değil mi?) Devam ediyoruz. Karanlık bir kutunun içine topluiğne büyüklüğündeki bir delikten görüntü yansıtmaya yarayan düzeneğe eskiden beri Latince camera obscura yani “karanlık oda” adı verilirmiş. Yansıtılan görüntüyü Niepce ve Daguerre bir gümüş nitrat tabakası üzerinde zaptetmeyi başarınca ortaya fotoğraf dediğimiz nesne çıkmış. Fotoğraf kutusunun adı ilk önceleri camera obscura olarak geçiyor. Zamanla obscura gitmiş, camera kalmış. 1970’lerde piyasaya çıkan video kayıt cihazlarına da aynı isim verilmiş. Şimdi

Japonlar karanlık kutuyu ortadan kaldırıp işi tamamen elektronik hale getirseler de kamera deyimi yadigâr kaldı. İşte pantolon kemerine taktığınız Sony’nin İsfahan’dan Atina’ya, oradan Roma’ya, Paris’e ve Tokyo’ya uzanan öyküsü.

 

Kitapta alfabetik sırasıyla bunun gibi bir sürü kelime var. Eğer hepsi gerçekse, şu argo tekerlemeler doğru olabilir. “Ben diyorum Çanakkale boğazı, Jhony diyor…”

Notu: 5,9 çekilebilirsinn.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Şeyh Sâdi Şirâzî - bostan ve gülistan

richard feynman - Fizik Yasaları Üzerine

İbni Sina - Şifalı Bitkiler ve Emraz